Müdafaa - 4
Müdafaa - 4
Gece iyice bastırmış, İstanbul sokaklarına ağır bir sessizlik çökmüştü. Hasan Fehmi, Yakup ve Elif, dar ve karanlık arka sokaklardan hızla ilerliyordu. Yakup, omzundaki eski Mauser tüfeği düzensiz adımlarıyla sallanıyordu. Hasan ise çevreyi dikkatlice gözlüyor, en ufak bir ses ya da hareketlilikte hemen tetikte oluyordu. Elif önde yürüyordu, sanki İstanbul’un bu labirent gibi sokaklarını ezbere biliyordu.
— Liman tarafına gidiyoruz, dedi Elif, sesi neredeyse fısıltı gibiydi. — Orada sizi bekleyen bir sandalcı var. Adı İbrahim. Bize yardım edecek.
Yakup, Hasan’a eğildi.
— Ulan Hasan, şu küçücük kız bizi mi koruyacak şimdi?
Hasan, Yakup’a sert bir bakış attı.
— Elif olmasa daha limana varmadan İngilizler bizi yakalardı. Sussana!
Elif hafifçe gülümsedi ama yürümeye devam etti.
— Konuşmayı bırakın da gözünüzü dört açın. Buralar gündüz bile tekin değildir. Hele şimdi, işgal kuvvetleri devriyeleri her yerde.
İstanbul’un taş kaldırımlarında ayak sesleri yankılanırken, uzaklardan sarhoş bir Fransız askerinin kahkahası duyuldu. Yakup başını eğdi.
— Bu herifler iyice yerleşmiş buralara. Şunun sesine bak.
Hasan durdu, kolunu kaldırarak ikisini de durdurdu. Yakınlardan gelen ayak sesleri ve fısıldaşmalar vardı. Elif hemen bir kapının yanına çekildi, Hasan ve Yakup da onun peşinden saklandı.
Karanlığın içinden iki İngiliz askeri belirdi. Ellerinde tüfekleri, ağızlarında sigaraları vardı. Sakin ama dikkatsizce ilerliyorlardı.
— Bekleyin, dedi Hasan kısık sesle.
Askerler yavaşça uzaklaştı. Hasan başını çevirip Elif’e baktı.
— Devam edelim.
Elif önden yürümeye başladı. Limanın kokusu artık burna geliyordu. Tuzlu su, yosun ve kömür dumanı… İstanbul’un işgal altındaki limanı bile hâlâ aynı kokuyordu.
Sonunda, eski ve harabe bir rıhtıma vardılar. Bir köşede yaşlıca bir adam, yıpranmış bir sandalın yanında bekliyordu. Başında eski bir fes, sırtında kalın bir palto vardı. Hasan hemen yaklaştı.
— İbrahim Reis?
Adam başını kaldırdı, gözleri kısıktı.
— Siz Mahir’in gönderdiği adamlarsınız demek.
Hasan başını salladı.
— Evet. Anadolu’ya geçmek istiyoruz.
İbrahim çevresine baktı.
— Bu gece deniz durgun ama devriyeler çok. Hızlı ve sessiz olacağız. Yolda durup nefeslenmek yok.
Yakup, sandala bakarak homurdandı.
— Ulan bununla mı geçeceğiz? Bu paçavra yolda dağılır.
İbrahim ters ters baktı.
— Ula delikanlı, bu sandal kaç kişinin canını kurtardı bilsen, dilini yutardın!
Elif araya girdi.
— Boş konuşmayı bırakın. Zamanımız yok.
İbrahim hızla sandalı hazırladı. Hasan ve Yakup bindiler, Elif de onların ardından geçti. Sandal sessizce kıyıdan açıldı.
Boğazın suları karanlıkta siyaha bürünmüştü. Gökyüzü kapalıydı, ay yoktu. Bu, avantajlarına olabilirdi. Lakin İngiliz devriye botlarının motor sesleri uzaktan duyuluyordu.
İbrahim usulca kürek çekiyordu. Suyun yüzeyini sadece küreklerin hafif dalgalanması bozuyordu. Hasan, sessizce etrafı gözlüyordu. Yakup ise bir yandan suya, bir yandan da karanlığa bakıyordu.
Birden, uzaktan bir ışık huzmesi suya vurdu. Bir devriye botu yaklaşıyordu!
— Eğilin! diye fısıldadı İbrahim.
Herkes hemen sandalda yere çöktü. İngiliz botunun projektörü sağa sola tarıyordu. Yakup, dişlerini sıktı.
— Yakalanırsak biteriz.
Elif fısıldadı.
— Sessiz olun!
Projektör biraz daha yaklaştı, sonra yavaşça uzaklaştı. Botun motor sesi boğazın derinliklerinde kayboldu.
İbrahim hafifçe başını kaldırdı.
— Geçtik. Ama henüz işimiz bitmedi.
Sandal, boğazın serin ve keskin sularında ilerlemeye devam etti. Her kürek darbesi, onları biraz daha Anadolu’ya, direnişe ve belirsiz bir geleceğe taşıyordu.
Sabahın ilk ışıkları Topçular kıyısında belirdiğinde, Hasan, Yakup ve Elif nihayet Anadolu topraklarına ayak bastı.
Hasan toprağı avuçladı, bir süre baktı.
— İşte şimdi başlıyoruz.
Yakup derin bir nefes aldı.
— Burası da pek tekin görünmüyor Hasan.
Hasan hafifçe gülümsedi.
— Vatanın hiçbir köşesi tekin değil Yakup. Ama bu toprak, bizim toprağımız. Şimdi savaş zamanı.
Elif, ufka doğru baktı.
— İlk durağımız Bandırma. Oradan Anadolu’nun derinliklerine geçeceğiz. Ama dikkatli olmalıyız. Burada da düşman var.